Mustafa Kemal, beraberindeki 18 kişilik heyetle birlikte 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra Bandırma Vapuru ile Galata rıhtımından ayrılır, 17 Mayıs 1919’da saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya, 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak basar. 19 Mayıs 1919 tarihi, Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından birisi olmuştur. Bu tarihte Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu devletler Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş, ordu ciddi şekilde güçsüzleşmiş, çok ağır şartlar içeren Mondros Ateşkes Anlaşması imzalanmış, millet yorgun ve fakir bir haldedir. Ülke tamamen parçalanmış, işgal edilmiş ve ortada sadece bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştır. Osmanlı Devleti, bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet; hepsi anlamını yitirmiştir. Bu ahval ve şerait içerisinde “Namussuz ve zilletle yaşamaktansa namusuyla ölmek daha iyidir” temel felsefesinin hâkim olduğu Türk Milleti, işte bu tarihte, yani 19 Mayıs 1919’da, milli egemenliğe dayalı tam bağımsız Türk Devletini kurmak için Milli Mücadeleyi başlatmıştır.
“Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözünün hafızalara kazındığı 21-22 Haziran 1919 tarihli Amasya Tamimi, milli devlet fikrinin ortaya çıktığı 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresi ve yine milli devlet fikrinin genişletildiği 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde yapılan Sivas Kongresi’nde alınan kararlar çerçevesinde milli mücadelenin siyasi ve askeri hedefinin Misak-ı Milli olduğu kabul edilmiştir.
Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da başlattığı Milli Mücadelenin asıl ruhu; adli, mali, askeri, ekonomik gibi konularda tam bağımsız, çok unsurlu bir imparatorluktan milli bir Türk Devleti’nin kurulmasıdır. Neticede Milli Mücadele başarıyla tamamlanmış, 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr paçavrası yırtılarak, 24 Temmuz 1923 tarihinde Misak-ı Milli sınırlarının belirlendiği Lozan Antlaşması imzalanmış ve 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu gerçekleştirilmiştir.
Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması hiç de kolay olmamıştır. Mücadele sadece Türk yurdunu işgal eden sömürgecilere karşı değil, onların yerli işbirlikçilerine; ekonomik, kültürel, toplumsal engeller koymak için örgütlü faaliyetlerde bulunanlara karşı da yapılmıştır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Türkiye’de iki ana akımın siyasi mücadelesi başlamıştır. Bunlardan birincisi 9 Eylül 1923 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde kurulan (bir kesim kuruluş olarak 4-11 Eylül 1919 Sivas Kongresi’ni kabul eder) Cumhuriyet Halk Fırkası, diğeri ise 17 Kasım 1924 tarihinde kurulan ve kurucuları arasında Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar gibi isimlerin yer aldığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’dır. Bu şekilde farklı çizgileri oluşan iki siyasi damar ortaya çıkmıştır ve bunun doğal sonucu olarak siyasi mücadele başlamıştır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğindeki Cumhuriyet Halk Fırkası (1935 yılında yapılan kongre sonucu Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır) iktidar olmuş, başta saltanat ve hilafeti kaldırarak, harf, medeni kanun, Tevhidi Tedrisat Kanunu, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi, 1924 Anayasası ile birlikte ulus devlet anlayışının en önemli adımı olan Türk vatandaşlığının tanımı gibi birçok konuda devrimler yaparak gelişmiş ve çağdaş bir devlet anlayışının hâkim kılınması için mücadele etmiştir.
Muhalefet Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ise cumhuriyet ilkesini, liberalizmi ve demokrasiyi benimsemekle birlikte dini inançlara saygılı olunduğunu parti tüzüğüne almıştır. Parti tüzüğündeki “Parti, dini düşünce ve inançlara saygılıdır” ibaresinin bir bayrak olarak ele alındığı ve bu bayrağı eline alanların iyiniyetli olduğundan bahsedilemez denilmek suretiyle yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkanların Türk milletini bu bataklıklara ve büyük bedeller ödemesine sebebiyet verdiği düşüncesi, sonuçta 1925 yılı Şubat ayında başlayan Şeyh Sait İsyanı’nın da etkisiyle 5 Haziran 1925 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına yol açmıştır. 14 Haziran 1926 tarihli İzmir Suikastı olayıyla ilgili olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucularının da aralarında bulunduğu birçok kişi tutuklanmıştır.
10 Kasım 1938 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra Milli Şef İsmet İnönü dönemi başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı şartlarında büyük yoksulluklar ve sefaletler yaşanmıştır. Ancak savaş, Türkiye’yi doğrudan içine çekmemiştir. Savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin galip tarafta yer alması, Türkiye’nin doğusundan toprak talepleri ve Boğazlar üzerinde hak iddia etmesi karşısında ülkenin güvenliği ve toprak bütünlüğünü muhafaza etmek için NATO şemsiyesi altına girme kararı Türk siyasi hayatında geriye dönüşü olmayan bir yol haritasının çizilmesine sebebiyet vermiştir.
Çok partili hayata geçilmiş ve 1950 yılında yapılan seçimler sonucu Demokrat Parti iktidar olmuştur. Çokça siyasi çekişmenin yaşandığı 10 yıl sonunda 27 Mayıs 1960 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuş ve başbakan, maliye bakanı ve dışişleri bakanı, hukukun ve adaletin rafa kaldırıldığı, göstermelik usullerle yapılan yargılama sonucu verilen idam kararları asılmak suretiyle infaz edilmiştir. Bu yargılamalar ve verilen idam kararları, Türk hukuk ve demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçmiştir.
1961 yılında “Özgürlükler Anayasası” olarak adlandırılan yeni bir anayasa yapılarak yeni bir hayata geçilmiştir. Ancak bu kadar özgürlüğü hak etmiyoruz denilerek 1971 Muhtırası ile demokrasiye kısa bir ara verilmiş, bilahare siyasi hayata geçilmesinden bir süre sonra yaşanan iç siyasi çekişmeler ve özellikle siyasi düşünce farklılığı, kardeşin kardeşi vurduğu, anarşi ve terör hareketlerinin tavan yaptığı kaotik ortam bahane gösterilerek 12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri bir kez daha yönetime el koymuştur. Her nedense, anarşi ve terör bir gecede sona ermiştir. 1982 yılında Türkiye Cumhuriyeti Anayasası yeniden yapılmış ve Türk milletinin onayına sunularak %92 gibi büyük bir ekseriyetle kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir.
Yapılan seçimler sonucu Turgut Özal’ın genel başkanı olduğu Anavatan Partisi seçimleri kazanmış ve normal demokratik hayata geçilmiştir. Bu süreçte önemli reformlar yapılmış, özellikle ekonomik hayatta serbest piyasa ekonomisi şartlarının önü açılmıştır. Açılmıştır ama “köşe dönme” zihniyeti ve “benim memurum geçinir” fikri toplum bünyesine virüs gibi yerleşmiştir.
1984 yılında Türkiye PKK terör belasıyla tanışmıştır. Bu bela, 51 yıldır bu ülkenin çocuklarını, gençlerini, öğretmenlerini, askerlerini, polisini, korucusunu, bölünmez bütünlüğünü, üniter yapısını; kısaca Türkiye Cumhuriyeti Devletini hedef almıştır. Türk milleti o günden bu güne gencecik evlatlarını toprağa vermiş, terörle mücadele ederken gazilik unvanı kazanmış ve inanılmaz ekonomik kayıplar vermiştir.
Her fani gibi Turgut Özal’ın vefatı ile Türk demokrasisinin 7 kez giden 8 kez geri gelen lideri Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığı dönemi başlamıştır. Bu dönem doğal olarak koalisyonların yaşandığı 1990’lı yıllar olarak hatıralara kazınmıştır. Özellikle 28 Şubat 1997 tarihinde siyasi hayata bir balans ayarı verilmiştir.
1999 yılında terörist başının yakalanması ve ülkeye getirilmesi ikliminde Bülent Ecevit’in genel başkanı olduğu Demokratik Sol Parti ile Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi’nin koalisyonu devri açılmış ve Bülent Ecevit başbakanlığında Anasol-M diye adlandırılan 57. Hükümet kurulmuştur. Anayasa kitapçığının fırlatılması ile başlayan kriz ekonomik yıkımlara yol açmış, Bülent Ecevit’in hastalığı da bahane edilerek koalisyon ortağı Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 3 Kasım 2002’de seçim yapılması isteği üzerine genel seçimlere gidilmiş ve yapılan seçim sonucu Abdullah Gül’ün genel başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi seçimi kazanmıştır. 57. Hükümetin koalisyon ortakları DSP, MHP ve ANAP baraj altında kalarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girememiştir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti siyasetinde bir tarih kapanmış ve yeni bir süreç başlamıştır. 58. Hükümetin kuruluşuyla yasaklar, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele hedefiyle yola çıkılmış, bu gün itibarıyla geldiğimiz tablo, 23 yıl içerisinde yaşananların sonucu olarak karşımızda durmaktadır.
2007 yılı Haziran ayı içerisinde başlatılan bir soruşturma neticesinde aralarında Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un da bulunduğu asker, sivil ve gazeteci gibi birçok kişi hakkında geniş çaplı soruşturma başlatılmış, “Ergenekon Terör Örgütü” adı verilerek üretilen delillere dayanılarak davalar açılmıştır. Özel yetkili mahkemelerde yapılan yargılamalar sonucu birçok kişi hakkında müebbet hapis cezası dahil ağır hapis cezaları verilmiştir. 2010 yılının başında Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki üst rütbeli subayları da dahil birçok mensubu Balyoz davası ile mahkûm edilmiştir. Açıkça Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde bir tasfiye yaşanmıştır.
2010 yılında yapılan anayasa referandumu sonunda Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapılanmasına ilişkin düzenleme kabul edilerek FETÖ terör örgütünün yargı içerisine sızması ve önemli ölçüde örgütlü olarak yargının ele geçirilmesine sebebiyet verilmiştir. FETÖ terör örgütünün devlet içerisindeki yapılanması özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Teşkilatı ve Yargı Teşkilatı’nda büyük güç ve mevki kazanmıştır. Zaman içerisinde gelişen olaylar değerlendirildiğinde bu açıkça görülmektedir. Nitekim tehdidin bizzat iktidar sahiplerine dahi yöneltilebildiği 17-25 Aralık 2013 tarihleri, FETÖ ile mücadelenin Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası için elzem olduğunu göstermiştir. Öncelikle yargı içerisine sızmış FETÖ unsurları görevden uzaklaştırılmış, bu örgütün mensubu hakim ve savcılar tarafından yapılan özellikle Ergenekon ve Balyoz yargılamaları ele alınmış ve verilen kararların uydurulmuş delillere dayandırıldığı gerekçesiyle kaldırılmıştır. Yaşanan kişisel ve devlet hayatına ilişkin acılar ve kayıplar bünyede büyük tahribatlara yol açmıştır.
7 Haziran 2015 tarihinde Türkiye genel seçimlere gitmiş, Adalet ve Kalkınma Partisi 258 milletvekili kazanmasına rağmen tek başına iktidar olamamıştır. Seçim sonuçları henüz resmen açıklanmadan Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli erken seçim kararı alınmasını açıklamıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında yapılan koalisyon görüşmeleri sonuçsuz kalmış ve 1 Kasım 2015 tarihinde genel seçimin yenilenmesine karar verilmiştir. 1 Kasım 2015 seçiminde Adalet ve Kalkınma Partisi 317 milletvekili kazanarak yeniden tek başına iktidarı elde etmiştir.
15 Temmuz 2016 günü Türk Silahlı Kuvvetleri içerisine sızmış FETÖ unsurları silahlı darbe girişiminde bulunmuş, iktidarı, muhalefeti, yaşlısı, genci, askeri, polisiyle Türk milleti göğsünü siper ederek darbe girişimine engel olmuştur.
16 Nisan 2017 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin birlikte hareket etmesiyle parlamenter sistem kaldırılarak yerine başkanlık sistemi getirilmiş, başbakanlık makamı ortadan kaldırılmış ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısında değişiklikler yapılmıştır. Referandum sonucu %51,41 evet oyları ile kabul edilmiş ve Türk Tipi Başkanlık Sistemi olarak adlandırılan yeni bir yönetim sistemine geçilmiştir.
Bundan sonrasını hep birlikte çok yakın tarih olduğu için hatırlıyoruz. Bu sisteme geçilmesinden sonra demokrasi, insan hakları, yargı, ekonomi, eğitim, hukuk güvenliği konularında uygulamalarda meydana gelen olumsuz gelişmelerin ülke genelinde halk üzerinde yarattığı çöküntü dikkat çekici olmuştur. Cumhuriyetin ve demokrasinin olmazsa olmazı kuvvetler ayrılığının, kuvvetler birliğine dönüşmesi; A’dan Z’ye kadar kamu gücünü kullananların bu yetkilerini kullanırken bir yerden talimat beklemeleri sonucunu doğurmuştur. Öyle ki yangın söndürmeye giden itfaiye görevlisinin “Sayın Cumhurbaşkanımızın emir ve talimatları ile yangını söndürdük” demesine yol açacak bir iklim oluşmuştur.
Bu yönetim anlayışı devlet idaresinde yıkım, tahrip ve çürümeye sebep olmaktadır. Yine bu anlayışın hâkim olduğu atmosferde özgürlüklerin kısıtlanması, insan haklarının hiçe sayılması, hukuktan uzaklaşılması, korku ikliminin hâkim olması kaçınılmaz bir sonuç olarak görülmektedir. Bütün bu olumsuzluklar ülkemizi ve milletimizi nerelere götürüyor diye her bireyin oturup düşünmesi gerekir.
En büyük kaygımız, Türkiye’nin bir Ortadoğu ülkesine dönüştürülmeye çalışılmasıdır. Ulus devletten çıkıp Ortadoğu ülkesi olmayı asla kabul etmemeliyiz. Ulus devletten vazgeçip Ortadoğu ülkesi olmamızı isteyenlerin arzularının asıl sebebi, bu ülkelerin yönetim biçimlerinin iyice analiz edilmesiyle daha iyi anlaşılacaktır. İnanç, kimlik, mezhep tartışmalarının ülkemizi Lübnanlaşmaya götüreceğinin bilinmesi gerekir.
Yakın tarihimizde yaşananlar, özellikle 2015 yılında yapılan seçimlerin beş ay sonra yenilenmesi, 2011 yılında sığınmacı ve mülteci akımına izin verilmesi ile demografik yapının bozulması, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası demokrasinin olmazsa olmazı kuvvetler ayrılığı sisteminin ortadan kaldırılması ve bütün yetkilerin tek elde toplanmasını sağlayan kuvvetler birliği rejimi olarak adlandırabileceğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesi, ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıya kalmış ve evine ekmek götürme kaygısına kapılmış bir halk kitlesi ile yargı kıskacına alınmış bir muhalefet ve “Terörsüz Türkiye” sloganıyla Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milletinin başına bela olmuş bölücü terör unsurlarıyla çözüm çabaları bir bütün olarak değerlendirilmelidir.
Milli Mücadelenin başladığı 19 Mayıs 1919 tarihinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi şartlarda kurulduğunu, 100 yıllık tarihinde hangi aşamalardan geçtiğini, yapılan siyasi mücadeleleri, yargılamaları, idamları, rejim mücadelelerini kronolojik olarak ifade etmeye çalıştım. Nereden nereye geldik. Bundan sonra nereye gidiyoruz?
Ülkesini ve milletini seven, gelecekle ilgili kaygılarını paylaşmak isteyen birisi olarak düşüncelerimi yazmak geldi içimden. Bunu borç addettim. Derim ki, ülke yararını inanç, mezhep, kimlik, parti, şahsi menfaatlerin üzerinde tutmanın zamanı geldi geçiyor. Ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti. Milletimiz Türk Milleti. Gidecek başka yerimiz yok.
Av. Hikmet Ömeroğlu